Usta Yönetmen Zeki Demirkubuz, geçtiğimiz günlerde HaberTürk Tv’de yayınlalan ve Haluk Mertbey’in sunduğu ”Meseleler” programına konuk oldu. Yaklaşık 2 saat süren programda Demirkubuz’a yakın zamanda izlediği filmler soruldu.
Zeki Demirkubuz en sevdiği filmin önceden Stalker (Yön. Andrey Tarkovksi: 1979) olduğunu ancak şu an ise Netflix yapımı Roma (Yön. Alfonso Cuarón: 2018) filminin sinema tarihinin en iyi filmi olduğuna yönelik iddaalı bir açıklama yaptı. Son dönemde yapılan filmlerden ise The Banshees of Inisherin (Yön. Martin McDonagh: 2022) eserinin hikayesinden etkilendiğini ifade etti.
Roma Filmi Ne Anlatıyor?
Roma (2018) filmi, yönetmen Alfonso Cuarón tarafından yazılan ve yönetilen bir drama filmidir. Film, 1970’lerde Meksiko’da yaşayan bir ailenin hizmetçisi olan Cleo’nun hayatını konu almaktadır. Cleo, ailenin ev işlerini yaparken aynı zamanda onların çocuklarına da bakmaktadır. Film, aile ve Cleo arasındaki dinamikleri, sosyal sınıf farklarını, ırksal ayrımcılığı ve aile içi sorunları ele almaktadır.
Filmdeki en büyük temalardan biri, Cleo’nun aile içindeki konumudur. Cleo, ailenin bir hizmetçisi olmasına rağmen, aile ile arasında oldukça samimi bir ilişki vardır. Ancak bu ilişki, Cleo’nun hamile kalmasıyla birlikte test edilir. Aile üyeleri, Cleo’nun hamile olduğunu öğrendiklerinde onu terk etme kararı alır. Bu durum, Cleo’nun aile ile olan ilişkisini sorgulamasına ve kendi kimliğini keşfetmesine neden olur.
Roma aynı zamanda politik bir film olarak da kabul edilebilir. Film, Meksika’daki siyasi ve sosyal değişimlere işaret eder. Filmde, özellikle ailenin baba figürünün protestolara katılmak için evi terk etmesi ve sonrasında tutuklanması gibi olaylar bu durumu vurgular.
Sonuç olarak; Roma, duygu yüklü bir drama filmidir. Film, 1970’lerin Meksiko’sunu gerçekçi bir şekilde ele alırken, aile içi ilişkiler, sosyal sınıf farkları ve politik değişimler gibi birçok temayı da ele almaktadır.
Son zamanlarda hayatımızın önemli bir parçası haline gelen yapay zeka, birçok farklı alanda kullanılmaktadır. Popüler yapay zeka araçlarından birisi olan ChatGPT’ye sinema tarihinin en iyi filmlerini sorduk. Yapay zeka ise bize 10 filmlik bir liste yaptı ancak bunların öznel değerlendirmeler neticesinde değişiklik gösterebileceğini de not düştü.
Sinema tarihinin en iyi filmleri hakkında birçok farklı görüş bulunmaktadır, ancak genellikle en çok övülen filmler arasında şunlar bulunur:
1. The Godfather (1972) – Francis Ford Coppola’nın yönettiği bu suç draması, bir suç ailesinin lideri olan Vito Corleone’un hikayesini anlatıyor.
2. Citizen Kane (1941) – Orson Welles’in yönettiği bu film, gazete magnatı Charles Foster Kane’in hayatını anlatıyor ve genellikle sinema tarihinin en iyi filmleri arasında yer almaktadır.
3. Casablanca (1942) – Michael Curtiz’in yönettiği bu romantik drama, II. Dünya Savaşı sırasında Casablanca’da geçmektedir ve yıldız oyuncular Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ı içermektedir.
4. The Shawshank Redemption (1994) – Frank Darabont’un yönettiği bu film, hapishanedeki bir mahkumun hikayesini anlatıyor ve genellikle en sevilen filmler arasında yer almaktadır.
5. Pulp Fiction (1994) – Quentin Tarantino’nun yönettiği bu suç filmi, farklı karakterlerin öykülerini birleştiriyor ve Tarantino’nun imzası olan yüksek dozda şiddet ve diyaloglarla dolu.
6. Star Wars (1977) – George Lucas’ın yönettiği bu epik bilimkurgu filmi, Jedi Şövalyeleri ve Galaktik İmparatorluk arasındaki savaşı anlatıyor ve büyük bir hayran kitlesi tarafından takip ediliyor.
7. 12 Angry Men (1957) – Sidney Lumet’in yönettiği bu drama, bir jüri odasında geçmektedir ve jüriler arasındaki tartışmaları ve karar sürecini anlatmaktadır.
8. Schindler’s List (1993) – Steven Spielberg’in yönettiği bu holokost filmi, Nazi Almanyası’nda Yahudilere karşı yürütülen soykırımı anlatıyor ve gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır.
9. The Godfather Part II (1974) – Francis Ford Coppola’nın yönettiği bu suç draması, Vito Corleone’un gençliğini ve oğlu Michael’ın hikayesini anlatıyor.
10. The Dark Knight (2008) – Christopher Nolan’ın yönettiği bu süper kahraman filmi, Gotham City’deki Batman ve Joker arasındaki savaşı anlatıyor ve genellikle en iyi süper kahraman filmleri arasında yer almaktadır.
“Her şey bir gün kaybolur. Ama geriye kalan her şey yeni dünyada devam edecektir.”
Polonya ve Hollanda kökenli bağımsız yönetmen Urszula Antoniak tarafından çekilen Nothing Personal (Özel Hayatlar, 2009) filminin baş rollerinde Lotte Verbeek (Anne) ve Stephen Rea (Martin) yer alıyor. Locarno Film Festivali’nde gösterilip ödülle ayrılan film, Hollanda’dan bütün hayatını geride bırakmayı amaçlayarak İrlanda’ya doğru yola koyulan genç bir kadının hikâyesine odaklanıyor.
Filmin yönetmeni Urszula Antoniak’ın Kieślowski Film Okulu’nda eğitim almış. Bu durum Üç Renk: Mavi filmi ile bir bağ kurabileceğimize yardımcı oluyor. Üç Renk: Mavi’de de trafik kazazı sonucu ailesini kaybeden kadınının bütün eşyalarından ve anılarından kaçmak amacıyla kimsenin onu tanımadığı bir yere doğru gitme çabasına tanıklık ederiz.
Film henüz ilk sahnesinde; boş bir evde eşyalarını sokağa bırakmış ve parmağındaki yüzüğü çıkaran Anne karakteri ile tanışılır. Bu sahnede; karakterin hüsranla biten bir ilişkisinin olduğunu ve bu sebeple ülkesini terk etmek istediği anlaşılıyor. Nitekim; kimi zaman otostop kimi zaman ise yayan şekilde yollar boyunca Anne’nın yolculuğunu izleriz. Karakterin nereye gittiğine dair bir bilgisinin olup olmadığına yönelik seyirci düşünmeye teşvik edilir.
Anne uzun süren yolculukların ardından İrlanda’da yarım adada tek başına olduğu anlaşılan bir eve girer. Evde bir süre vakit geçirdikten sonra evden ayrılır. Bir süre sonra ise evin sahibi olan Martin ile karşılaşır. İsyankâr ve cesaretli bir karakter yapısına sahip olan Anne, yemek karşılığı Martin’in bahçesinde çalışmayı kabul eder. Orta yaşlarının biraz üstünde olan Martin ise; disiplinli, edebiyattan ve sanattan anlayan ancak sağlık sorunları yaşayan bir adamdır.
Karakter olarak kimi zaman çatışan Anne ile Martin, bir süre sonra aynı evde yaşamaya başlarlar. Aynı evi paylaşan bu ikili, bir anlaşma yaparak özel hayatları hakkında konuşmamayı kural olarak kabul ederler. Öyle ki birbirilerinin isimlerini dahi bilmeden kimi zaman ortak ilgi alanları olan müzikten bahsederler. Sanat dallarına olan ilgileri onların ortak dili oluyor.
Bir süre sonra ise birbirlerinin geçmişini merak ederler. Martin, Anne’nın boş evini ziyaret eder. Anne ise Martin’in eşyalarının arasından onun kim olduğuna yönelik bir şeyler öğrenir. Bu durum iki tarafı da aslında memnun etmemiştir. Çünkü özel hayat konusunda kabul ettikleri kuralı ihlal etmişlerdir.
Nitekim bir zaman, Martin çok yakın bir süre sonra öleceğini hissettiğinden Anne’ya bir not bırakarak intihar eder. Anne ise onu, yatağındaki çarşafa sarar ve ona son kez sarılır. Martin yazdığı notta evini ona bıraktığını ve burada özgürce yaşayabileceğinden bahsetmiştir. Ancak Anne final sahnesinde tıpkı filmin başında olduğu gibi anılarından kaçar ve bir otele yerleşir. Oysa ki film içindeki konuşmalarda Anne, Martin gibi kimsenin onu bulamayacağı bir yerde yaşama fikrinin cazibesinden bahsetmiştir.
“-Ne istiyorsun peki?
-Senin gibi olmayı. Bu evde yaşamayı ve bu adada yalnız olmayı. Kimse seni görmüyor, kimse seni tanımıyor.”
Özetle; Anne, filmin başında nişanlısından ayrılmış ve evini boşaltıp bir bilinmeyene doğru yol almıştır. Filmin sonunda ise aynı evi paylaştığı karşılıklı sevgi ve saygının üst düzeyde olduğu adamı kaybetmesi onu yine bir bilinmezliğe götürür. Materyalist düşünceye sahip olan Anne, kaybetme ve hayal kırıklığı sonrası ilk tercih ettiği şey evinden ve eşyalarından uzaklaşmaktır. Anne; özgürlüğün peşinden koşan, acı hatıralarla dolu geçmişinden uzaklaşan, özgür ve cesur ruhlu bir kadını temsil eder (N.S).
Köyden iş bulma umuduyla kente gelen bir grup arkadaş, iş bulma arayışına girerken işçi kesiminin maruz kaldığı insanlık dışı davranışlara şahit olmaktadırlar. Patronların çok az ücretle çalıştırdığı işçiler kervanına ırgat pazarından dahil olurlar. Şehrin yapısına ayak uydurmaya çalışırlarken düşük ücretlere amelelik işleri yaparak geçimi sağlamaya çalışırlar. İş arayan Ahmet (Fikret Hakan) patronların hakaretlerine dayanamaz ve cinayet işler. Çözülemeyen bir sonla biten film sorunların çözülemediğine yaşanan bu olayların devam edebileceğine bir göndermedir.
Ezan sesiyle getto bir mahallede açılan film, trenin gelişiyle kente göç etmiş bir grup arkadaş şehrin karmaşası içinde kendini kaybetmiştir. Zaman kaybetmeden iş arayışına başlayan grup istediğini bulamaz. Ellerindeki son paralarla da karınlarını kuru ekmekle doyuran grubun köye dönmeye niyetleri yoktur. Çünkü İstanbul’un taşının toprağının altın olduğu düşüncesi onları için umut kaynağıdır. Bir yerde iş bulup düşük ücrete çalışmaya başlarlar ellerine bir miktar para geçmesi şehir yaşamına dair umutları yükseltmiştir. Patronların insan dahi yerine koymadan işçileri ezmesine karşı verecek cevapları yoktur çünkü çaresizlik ve iş ihtiyacı her şeyin önüne geçmektedir. Bu arkadaş grubu içinde gelen Ahmet (Fikret Hakan), bir süre getto bir mahalledeki tek göz evde iki kızı ve torunlarıyla yaşayan Güllü Bacı (Aliye Rona) adında yaşlı kadının yanında kalır. İki kızın birisinin kocası hapse düşmüş diğeri ise yurt dışına çalışmaya gitmiştir. Kızlardan birisi konfeksiyonda diğeri ise evlere temizliğe gitmektedir. Ahmet’in burada kaldığı sürede iki genç kadının Ahmet’e duyduğu ilgi farklı boyutlara ulaşmaktadır. Daha önce şehre göç ettiği anlaşılan bu ailede değerler yavaş yavaş kendini kaybetmektedir. Temizlikçi kadın, burası İstanbul kimsenin ne yaptığı kimseyi ilgilendirmiyor şeklinde bir cümle kurmaktadır. Evli bir kadın olmasına rağmen Ahmet’i elde etmiştir. Ahmet ise yaptığının hata olduğunu bilmektedir. Evdeki diğer kadına ilgi duymakta onunla ilgili hayaller kurmaktadır.
Patronlar işçilerin emeklerini sömürürken bir iş kazansında işçilerden birisi yaralanır. Patron ise ‘’Bunlara bir şey olmaz olan bizim paralara oldu’’ söylemi işçilerin canlarının hiçe sayıldığı kapital düzen içinde ezilen özellikle köyden göç eden kesim olduğu bu filmde gerçekçi bir anlatımla sunulmuştur. Arıca filmde patronların ağzından çokça duyulan bunlar sendikalı değil ücretlerini azalt söylemi, işçi haklarının gaspına yönelik önemli bir tespittir. Finalde iş arayan Ahmet karşılaştığı hakaretlere dayanamaz ve bir patronu öldürür. Karamsar ve açık uçlu sonlanan filmde işçilerin özellikle şehirde yaşadıkları sorunlara gerçekçi bir üslupla yaklaşılmıştır. Aynı zamanda bu gibi sorunların çokça yaşandığına ve yaşanmaya da devem edeceğine bir göndermedir.
Toplumsal gerçekçi filmlerde, her zaman bir konu çözüme kavuşarak sonlanmaz. Tıpkı gerçek hayattaki gibi, her zaman mutlu sonla biten bir gerçek yoktur. Toplumsal gerçekçi filmler, gerçeğin olabildiğince benzerini aktarmaya çalışmışlardır. Bu bağlamda filmler iyi birer gözlem ve analizden oluşmaktadır.
Yönetmenlerin bir sosyolog gibi gözlemci davranışları olmalıdır. Çünkü gerçeğe ulaşmanın en iyi yolu onu izlemek ve bu edinilen verileri filmlere uygulamaktır. Ceylan’ın filmlerinde, gerçeküstü bir anlatıma rastlamak güçtür. Bazı filmlerinde rüya sahnelerinin varlığı mevcuttur. Örnek olarak; Üç Maymun filmindeki rüya sahneleri gerçeklikle iç içe kurgulanmıştır.
Filmsel zaman kavramı; sinemasında gerçek zaman eş değeri gibi görülebilmektedir. Filmin, karakterlerin gerçekçiliğinin inandırıcı olması, gerçekçi film çeken yönetmeneler için önemlidir. Sahnedeki mizansende oyucunun davranışları da gerçekçiliğe etki etmektedir. ‘Doğru gerçekçilik dünyanın somut bir şekilde ifade edilmesi, sahte gerçekçilik ise sadece göz aldanmasıdır’’ (Bazin, 2011:16-18). Nuri Bilge Ceylan sineması somut dünyanın gerçekleri üzerine kurulu olup gerçek insan ruhunun davranışlarını tasvir eder.
Gerekçi filmler; çekildiği dönemlerin sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlarını hikayeleştirip seyirci ile buluşturmaktadırlar. Ayrıca bireysel sorunlarda gerçekçi anlayışla işlenebilmektedir. Ceylan filmografisinde genel olarak toplumsal veya sosyal sorunlar üzerine bir bakış bulmak mümkün değildir. 2018 yapımı Ahlat Ağacı’nda filminde; atanamayan öğretmenlerin zaman içinde karşılaştıkları sorunlara odaklanmaktadır. Bu filmi, toplumsal ve bireysel sorun ayrımının dışında tutarsak diğer bütün filmleri daha bireysel konulardaki sorunlara ağrılık verilmektedir. (2023 yılında vizyona girecek Kuru Otlar Üstüne bu değerlendirmede yer almamaktadır) Ceylan, bireysel sorunları karakterlerin gündelik yaşamının sıradanlığında anlatmayı tercih etmektedir. Bu bağlamda da tercih edilen karakterlerde mutsuzluk ve içsel bir yalnızlık görmek mümkündür.
‘’Gerçekçilik, betimlenen ve betim arasındaki aynılığa dikkat çeker. Mimesis felsefesinin de bir ölçüde (bütün açılımları ile değil) içinde yer alabileceği bu düşünce özelikle 19. yüzyıldaki pozitivist gelişmelere ve bilimsel yöntemin yaygınlaşmasına koşut olarak, sanatçıyı sıkı bir gözlemci ve sanatı da toplumun gerçek bir aynası olarak gören yeni bir tutuma evirilmiştir’’ (Daldal, 2005:33).
Ceylan sinema filmleri ve genel olarak gerçekçi filmler öncelikle seyirciyi eğlendirme amacını taşımazlar. Sanatsal anlatım, mesaj kaygısı veya seyircide bir sorgulama dürtüsü yaratmak gerçekçi sinema filmler için önemlidir.
Gerçekçi filmlerde gerçek mekân tercihi ve amatör oyuncuların kullanımı da yaygındır. Set esnasında sesli çekim bir diğer önemli unsur olarak öne çıkmaktadır. Ceylan ilk dönem filmlerinde (Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı) kendi çevresinden seçtiği kişileri oyuncu olarak kullanmıştır. Bu filmlerde rol verdiği; Annesi, babası, kuzeni oyunculuk tecrübesi olmamasına rağmen başarılı sonuçlar vermişlerdir. Sesli çekimin önemine vurgu yapan yönetmen, Kasaba filmini dublaj yapılacak şekilde çekmek zorunda olmasından dolayı sonradan rahatsızlık duymuştur. Sonraki filmlerinde ise sesli çekimi tercih etmiştir. Doğallığa ve gerçekçiliğe katkısından dolayı sesli çekim yapmak gerçekçi filmler için önemlidir. Belgesel ile de benzeyen noktaları olan bu filmlerde, doğaçlama unsurlarına da sıklıkla başvurulmaktadır. Gerçekçi sinema anlayışında müzik kullanımına mesafeli bakılmaktadır. Çünkü müziğin duygunun arttırılmasına katkı sağlayabileceği gibi gerçekçiliği de azaltabilmektedir. Bu yüzden Ceylan da, müzik kullanımına mesafeli duran yönetmenler arasında yer almaktadır. Genelge filmin bazı noktalarında yalnızca klasik müzik kullanmayı tercih eden Ceylan, aynı müziği filmin farklı sahnelerinde de kullandığı görülmektedir. Kamera hareket tercihi ise durağan olmaktadır. Hızlı kamera hareketlerinin olmadığı gibi kamera çoğu zaman sabit kalabilmektedir. Kameranın hareket etmediği noktalarda ise çerçeve içindeki oyuncular hareketleriyle ritmi gerçekleştirmektedirler.
Kaynakça:
Bazin, A. (2011). Sinema nedir? (Çev. İbrahim Şener), İstanbul: Doruk Yayınları.
Daldal, Aslı, “1960 Darbesi ve Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik”, Homer Kitapevi, 1.Basım, İstanbul, 2005.
Joker, aynı isimdeki DC Comics karakterine dayanan, Todd Phillips‘in yönettiği, başrollerini Joaquin Phoenix, Robert De Niro, Frances Conroy, Brett Cullen ve Zazie Beetz‘ın paylaştığı Amerikan psikolojik gerilim filmidir. 76. Venedik Uluslararası Film Festivali‘nde Altın Aslan ödülünü kazanmıştır.[1] Kurgusal Gotham şehri; düzensizlik, kuralsızlık, pislik, korku ve kaos içinde, adaletin zengin ve güçlülerin elinde olduğu, zayıfın ezildiği bir hayali şehir olarak tasvir edilmektedir. Hasta annesiyle yaşayan Arthur Fleck (Joker), psikotik bozuklukları olup sürekli toplumdan dışlanan, üstüne ücretsiz psikolojik destek aldığı merkez kapandığı için tedavisi yarıda kesilen bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır.
Carl Gustav Jung’un psikolojik teorisinde persona; sosyalleşme, kültürleşme ve deneyim sayesinde bilinçli olarak oluşturulmuş kişiliktir. Jung “persona” terimini kullanmıştır çünkü bu kelime, oynanan bireysel rolleri ifade ederek, Latince’de hem “kişilik” hem de Romalı oyuncular tarafından giyilen maske anlamını taşır. Persona, benlik rolü yapan bir maskedir. Hatta bu, iyi oynanmış bir rolden daha fazlası olmasa bile kişi ve diğerleri o kişiliğe inanır. [2]
Hasta annesi Arthur’a ‘’Mutlu’’ lakabını taktığı görülmektedir. Bu yüzden palyaçoluk yapmakta ve insanları mutlu etmeye çalışmaktadır. Psikolojik destek aldığı yerde ise sürekli negatif düşüncelere sahip olduğu görülmektedir. Arthur’un hasta annesini mutlu etmek için aslında olmadığı biri gibi davranması ve sosyal maske takmaya henüz kendi evi içinde başladığı görülmektedir.
Arthur’un sahip olduğu psikotik bozukluklar; istemsizce gülmesine, halüsinasyonlar görmesine sebebiyet vermektedir. Topluma uyum sağlayamamış ve bu davranışları yüzünden toplum tarafından ötekileştirilerek ‘’deli’’ damgası vurulmaktadır. Babasız büyüyüp iyi bir çocukluk geçiremeyen Arthur, Annesi tarafından da evlatlık olduğunu öğrenir. Ayrıca toplumdan dışlanması ve işsiz bırakılması onu Arthur’dan Joker’a dönüştürmüştür.
Freud‘un sözüyle ego şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir. İd ile süperego’nun isteklerini uzlaştırmaya çalışan hakemdir.
Süperego, baba figürünün ve kültürel adetlerin içselleştirilmiş bir sembolüdür. “İd”in ihtiyaç ve talepleriyle çatışma halindedir. “İd”ye karşı saldırgandır. Tabuları ayakta tutar. Oidipus kompleksinin çözümü için baba figürünün içselleştirilmesidir.[3]
Bu teoriye göre süperego devleti veya babayı temsil etmektedir. Arthur, babasız büyümüştür ve onun için ideal baba figürü ünlü bir komedyendir. Babasız büyümesi, İd yani alt benliğini kontrol eden mekanizmanın da ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Denetleme ve İd’in dürtülerini kontrol eden mekanizmanın olmamasıyla Joker’a dönüşen Arthur, devlet otoritesine, kurallara uymadığını görülmektedir. Metro da cinayet işlerken ilk kurşunları koruma iç güdüsüyle sonraki kurşunları ise İd’in etkisiyle ateşlediği görülmektedir.
C.W. Mills, Toplumbilimsel Düşün kitabında; Bireyin toplumdan ayrı düşünülemeyeceğine ve toplumdan bağımsız değerlendirilemeyeceğine vurgu yapmaktadır. İnsanın sosyal bir varlık olduğuna ve toplum ile etkileşim halinde olduğuna işaret etmektedir.[4] Bu bağlamda Joker’ı değerlendirirken toplumla birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Joker bir repliğinde bu düşünceye vurgu yapmaktadır. ‘’Beni siz bu hale getirdiniz, suçlu sizsiniz’’ Bu replikle Arthur’u Joker olmaya toplum zorlamıştır. Toplumun, Joker üzerindeki etkisiyle onun maske arkasında suç işleyen bir suçluya dönüşmesi toplumun suçu olarak belirtilmektedir. Toplumda bir yer edinemeyen, dışlanan bireylerin suç işlemeye eğilimli olduğu görülmektedir.
Joker, canlı yayında idolü olarak gördüğü komedyenin onunla fazla dalga geçip onu küçük düşürmesine dayanamaz ve onu öldürür. Joker’ın eylemleri şehirde ayaklanmalar başlatarak Joker maskesi takan göstericilerin polislerle çatıştığı görülmektedir. Şehirde oluşan Joker topluluğu, Freud‘un İd teorisi bağlamında değerlendirilmektedir. Joker; toplumda ezilen, hayat şartlarından memnun olmayan bir topluluğun alt benliğini uyarmış ve onlar da bu uyarı sonucunda kendi İd’lerinin hakimiyeti altına girdikleri görülmektedir. Filmin başında ezilen, dayak yiyen, basit bir palyaço olarak görülen Joker’ın (Arthur), filmin sonunda toplumu arkasına alan bir lidere dönüşüp değiştiği görülmektedir. Yine filmin son sahnesinde Joker’ın eşlik ettiği şarkının sözleri de bu değişimi göstermektedir. ‘’Bazıları hayattan tekme yer, bazıları da bundan zevk alır ama hayatın bana tekme atmasına izin vermeyeceğim. Çünkü bu yaşlı ve güzel dünya halen dönüyor’’.