Usta Yönetmen Zeki Demirkubuz, geçtiğimiz günlerde HaberTürk Tv’de yayınlalan ve Haluk Mertbey’in sunduğu ”Meseleler” programına konuk oldu. Yaklaşık 2 saat süren programda Demirkubuz’a yakın zamanda izlediği filmler soruldu.
Zeki Demirkubuz en sevdiği filmin önceden Stalker (Yön. Andrey Tarkovksi: 1979) olduğunu ancak şu an ise Netflix yapımı Roma (Yön. Alfonso Cuarón: 2018) filminin sinema tarihinin en iyi filmi olduğuna yönelik iddaalı bir açıklama yaptı. Son dönemde yapılan filmlerden ise The Banshees of Inisherin (Yön. Martin McDonagh: 2022) eserinin hikayesinden etkilendiğini ifade etti.
Roma Filmi Ne Anlatıyor?
Roma (2018) filmi, yönetmen Alfonso Cuarón tarafından yazılan ve yönetilen bir drama filmidir. Film, 1970’lerde Meksiko’da yaşayan bir ailenin hizmetçisi olan Cleo’nun hayatını konu almaktadır. Cleo, ailenin ev işlerini yaparken aynı zamanda onların çocuklarına da bakmaktadır. Film, aile ve Cleo arasındaki dinamikleri, sosyal sınıf farklarını, ırksal ayrımcılığı ve aile içi sorunları ele almaktadır.
Filmdeki en büyük temalardan biri, Cleo’nun aile içindeki konumudur. Cleo, ailenin bir hizmetçisi olmasına rağmen, aile ile arasında oldukça samimi bir ilişki vardır. Ancak bu ilişki, Cleo’nun hamile kalmasıyla birlikte test edilir. Aile üyeleri, Cleo’nun hamile olduğunu öğrendiklerinde onu terk etme kararı alır. Bu durum, Cleo’nun aile ile olan ilişkisini sorgulamasına ve kendi kimliğini keşfetmesine neden olur.
Roma aynı zamanda politik bir film olarak da kabul edilebilir. Film, Meksika’daki siyasi ve sosyal değişimlere işaret eder. Filmde, özellikle ailenin baba figürünün protestolara katılmak için evi terk etmesi ve sonrasında tutuklanması gibi olaylar bu durumu vurgular.
Sonuç olarak; Roma, duygu yüklü bir drama filmidir. Film, 1970’lerin Meksiko’sunu gerçekçi bir şekilde ele alırken, aile içi ilişkiler, sosyal sınıf farkları ve politik değişimler gibi birçok temayı da ele almaktadır.
Son zamanlarda hayatımızın önemli bir parçası haline gelen yapay zeka, birçok farklı alanda kullanılmaktadır. Popüler yapay zeka araçlarından birisi olan ChatGPT’ye sinema tarihinin en iyi filmlerini sorduk. Yapay zeka ise bize 10 filmlik bir liste yaptı ancak bunların öznel değerlendirmeler neticesinde değişiklik gösterebileceğini de not düştü.
Sinema tarihinin en iyi filmleri hakkında birçok farklı görüş bulunmaktadır, ancak genellikle en çok övülen filmler arasında şunlar bulunur:
1. The Godfather (1972) – Francis Ford Coppola’nın yönettiği bu suç draması, bir suç ailesinin lideri olan Vito Corleone’un hikayesini anlatıyor.
2. Citizen Kane (1941) – Orson Welles’in yönettiği bu film, gazete magnatı Charles Foster Kane’in hayatını anlatıyor ve genellikle sinema tarihinin en iyi filmleri arasında yer almaktadır.
3. Casablanca (1942) – Michael Curtiz’in yönettiği bu romantik drama, II. Dünya Savaşı sırasında Casablanca’da geçmektedir ve yıldız oyuncular Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ı içermektedir.
4. The Shawshank Redemption (1994) – Frank Darabont’un yönettiği bu film, hapishanedeki bir mahkumun hikayesini anlatıyor ve genellikle en sevilen filmler arasında yer almaktadır.
5. Pulp Fiction (1994) – Quentin Tarantino’nun yönettiği bu suç filmi, farklı karakterlerin öykülerini birleştiriyor ve Tarantino’nun imzası olan yüksek dozda şiddet ve diyaloglarla dolu.
6. Star Wars (1977) – George Lucas’ın yönettiği bu epik bilimkurgu filmi, Jedi Şövalyeleri ve Galaktik İmparatorluk arasındaki savaşı anlatıyor ve büyük bir hayran kitlesi tarafından takip ediliyor.
7. 12 Angry Men (1957) – Sidney Lumet’in yönettiği bu drama, bir jüri odasında geçmektedir ve jüriler arasındaki tartışmaları ve karar sürecini anlatmaktadır.
8. Schindler’s List (1993) – Steven Spielberg’in yönettiği bu holokost filmi, Nazi Almanyası’nda Yahudilere karşı yürütülen soykırımı anlatıyor ve gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır.
9. The Godfather Part II (1974) – Francis Ford Coppola’nın yönettiği bu suç draması, Vito Corleone’un gençliğini ve oğlu Michael’ın hikayesini anlatıyor.
10. The Dark Knight (2008) – Christopher Nolan’ın yönettiği bu süper kahraman filmi, Gotham City’deki Batman ve Joker arasındaki savaşı anlatıyor ve genellikle en iyi süper kahraman filmleri arasında yer almaktadır.
“Her şey bir gün kaybolur. Ama geriye kalan her şey yeni dünyada devam edecektir.”
Polonya ve Hollanda kökenli bağımsız yönetmen Urszula Antoniak tarafından çekilen Nothing Personal (Özel Hayatlar, 2009) filminin baş rollerinde Lotte Verbeek (Anne) ve Stephen Rea (Martin) yer alıyor. Locarno Film Festivali’nde gösterilip ödülle ayrılan film, Hollanda’dan bütün hayatını geride bırakmayı amaçlayarak İrlanda’ya doğru yola koyulan genç bir kadının hikâyesine odaklanıyor.
Filmin yönetmeni Urszula Antoniak’ın Kieślowski Film Okulu’nda eğitim almış. Bu durum Üç Renk: Mavi filmi ile bir bağ kurabileceğimize yardımcı oluyor. Üç Renk: Mavi’de de trafik kazazı sonucu ailesini kaybeden kadınının bütün eşyalarından ve anılarından kaçmak amacıyla kimsenin onu tanımadığı bir yere doğru gitme çabasına tanıklık ederiz.
Film henüz ilk sahnesinde; boş bir evde eşyalarını sokağa bırakmış ve parmağındaki yüzüğü çıkaran Anne karakteri ile tanışılır. Bu sahnede; karakterin hüsranla biten bir ilişkisinin olduğunu ve bu sebeple ülkesini terk etmek istediği anlaşılıyor. Nitekim; kimi zaman otostop kimi zaman ise yayan şekilde yollar boyunca Anne’nın yolculuğunu izleriz. Karakterin nereye gittiğine dair bir bilgisinin olup olmadığına yönelik seyirci düşünmeye teşvik edilir.
Anne uzun süren yolculukların ardından İrlanda’da yarım adada tek başına olduğu anlaşılan bir eve girer. Evde bir süre vakit geçirdikten sonra evden ayrılır. Bir süre sonra ise evin sahibi olan Martin ile karşılaşır. İsyankâr ve cesaretli bir karakter yapısına sahip olan Anne, yemek karşılığı Martin’in bahçesinde çalışmayı kabul eder. Orta yaşlarının biraz üstünde olan Martin ise; disiplinli, edebiyattan ve sanattan anlayan ancak sağlık sorunları yaşayan bir adamdır.
Karakter olarak kimi zaman çatışan Anne ile Martin, bir süre sonra aynı evde yaşamaya başlarlar. Aynı evi paylaşan bu ikili, bir anlaşma yaparak özel hayatları hakkında konuşmamayı kural olarak kabul ederler. Öyle ki birbirilerinin isimlerini dahi bilmeden kimi zaman ortak ilgi alanları olan müzikten bahsederler. Sanat dallarına olan ilgileri onların ortak dili oluyor.
Bir süre sonra ise birbirlerinin geçmişini merak ederler. Martin, Anne’nın boş evini ziyaret eder. Anne ise Martin’in eşyalarının arasından onun kim olduğuna yönelik bir şeyler öğrenir. Bu durum iki tarafı da aslında memnun etmemiştir. Çünkü özel hayat konusunda kabul ettikleri kuralı ihlal etmişlerdir.
Nitekim bir zaman, Martin çok yakın bir süre sonra öleceğini hissettiğinden Anne’ya bir not bırakarak intihar eder. Anne ise onu, yatağındaki çarşafa sarar ve ona son kez sarılır. Martin yazdığı notta evini ona bıraktığını ve burada özgürce yaşayabileceğinden bahsetmiştir. Ancak Anne final sahnesinde tıpkı filmin başında olduğu gibi anılarından kaçar ve bir otele yerleşir. Oysa ki film içindeki konuşmalarda Anne, Martin gibi kimsenin onu bulamayacağı bir yerde yaşama fikrinin cazibesinden bahsetmiştir.
“-Ne istiyorsun peki?
-Senin gibi olmayı. Bu evde yaşamayı ve bu adada yalnız olmayı. Kimse seni görmüyor, kimse seni tanımıyor.”
Özetle; Anne, filmin başında nişanlısından ayrılmış ve evini boşaltıp bir bilinmeyene doğru yol almıştır. Filmin sonunda ise aynı evi paylaştığı karşılıklı sevgi ve saygının üst düzeyde olduğu adamı kaybetmesi onu yine bir bilinmezliğe götürür. Materyalist düşünceye sahip olan Anne, kaybetme ve hayal kırıklığı sonrası ilk tercih ettiği şey evinden ve eşyalarından uzaklaşmaktır. Anne; özgürlüğün peşinden koşan, acı hatıralarla dolu geçmişinden uzaklaşan, özgür ve cesur ruhlu bir kadını temsil eder (N.S).
İlk bölümüyle 7 Mart 2022 Salı akşamı Show televizyonunda ekrana gelen dizinin başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ (Aslan Soykan) ve Serenay Sarıkaya (Devin Aydın) paylaşıyor. Ay yapım imzalı dizinin senaristliğini Hakan Bonomo, yönetmenliğini ise Ahmet Katıksız üstleniyor. Dizinin oyuncu kadrosunda Nur Sürer ve Nejat İşler gibi tanınmış oyuncular da yer alıyor.
Yaklaşık 120 dakika süren dizinin konusu ise şöyle; Tanınmış bir aileden gelen Aslan Soykan, kendisiyle benzer sorunlar yaşayan psikolog Devin Aydın ile tanışır ve aile içinde farklı durumlar ortaya çıkar.
Dizinin ilk sahnesi bir uçak yolculuğu sırasında Aslan ve Derin’in dizilerden aşina olunan klasikleşen atışmalı tartışmalarla başlıyor. Derin’in gergin olduğu elindeki plastik şişeyle oynayarak rahatlamaya çalıştığı ancak Aslan’ın sesten rahatsızlık duyarak uyarması neticesinde bir dizi atışma gerçekleşir. Uçaktan inilir Derin’in acil içi vardır ve taksi bulamaz, olaya şahit olan Aslan ise kendisini bekleyen araç ile onu gideceği yere bırakmayı teklif eder. Derin ile Aslan bir hastaneye gider, Derin’in madde bağımlısı kardeşi intihar girişiminde bulunmuştur.
Hastane çıkışı Derin, Aslan’ın arabasına binip uyur ardından Aslan’ın amcası ile yaptığı sert iş görüşmesine şahitlik eder. Birbirlerine âşık olurlar ve ilk iki bölümde üç kez ayrılır barışırlar. İki kez de birbirlerine evlenme teklifi ederler. Bunlar dizilerde alışık olduğumuz hikaye öğeleri olduğundan yabancılık çekmiyoruz. Karakterleri biraz daha yakından incelersek şunları söyleyebiliriz.
Aslan’ın ailesi uzun sürelerdir kumar, şans oyunları, kara para aklama, mafyacılık gibi işlerle uğraşmıştır. Babası bir süre önce intihar etmiş bütün işleri Aslan idare etmektedir. Aile içi iletişimi özellikle annesiyle olan ilişkisi sorunludur. Annenin (Nur Sürer) her şeyi kontrol etme çabası Aslan’ı rahatsız etmektedir.
Derin ise; sorunlu bir hayat yaşayan baba sevgisi görmemiş bir psikologdur. Açık sözlü ve cesur yapısıyla öne çıkar.
Hikâyenin çok ilgi çekici olduğunu söylemek zor. Zengin, yakışıklı ve suç dünyasının içindeki bir adam ile, orta sınıf olduğu anlaşılan güzel kadının aşk hikayesi bize Türk dizilerinin senaryo yetersizliğini bir kere daha gösteriyor. Oyunculuklara söz etmek doğru olmaz Kıvanç Tatlıtuğ, Serenay Sarıkaya, Nur Sürer ve Nejat İşler etkili birer performans sergiliyor.
120 dakikalık bir diziyi nitelikli biçimde doldurmanın ne kadar kolay olmadığı aşikâr. Hikâyenin savruk yapısı tahammülü zorlaştırıyor. Dizideki karakterlerin hepsinin ortak sorunu ailedeki iletişimsizlik ve karakterlerin psikolojik sorunlarının dışavurumu şeklinde özetlenebilmektedir. Her karakter kendini çeşitli psikolojik sorunlarla tanımlıyor. Temelinde ise aileden kaynaklandığına yönelik çıkarımlar yapmak oldukça açık.
Dizinin alt metninde ve satır aralarında geçen kimi unsurlar ise dizinin araya sıkıştırılmış söylemleri olarak dikkat çekmektedir. Örneğin; Aslan’ın yardımcısının ısrarla kara para aklamak için dijital platform kurmayı tavsiye etmesi, ya da medya da var olma isteği gibi…diyaloglar arasında sürekli geçen mafya ile çeşitli baronların hayatlarının dizi veya belgesel yapılmasının toplumda ilgi ile karşılanacağı düşüncesine vurgu yapılması söylemleri çeşitli okumalar yapmaya açıktır. Dizide çeşitli sorgulanan söylemler var eğer bunları birer nükte, hiciv veya eleştiri olarak kabul edersek salt bir aşk hikayesinden ayrılabilir. Dramaturginin daha iyi noktalara taşınması diziye katkı sağlayabilir.
Peki dizide sinematografik anlatım olarak neler dikkat çekti?
Bu sahnedeki kurgu biçiminin oldukça başarılıdır. Sovyet sinema kuramcıları Vsevolod Pudovkin ve Sergei Eisenstein’ın geliştirdikleri Koşutluk (paralellik veya benzerlik) kurgusunun bir uygulamasıdır. Özellikle sinema filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz bu yöntemi dizide görmek memnun edici oldu. Bu kurgu yönteminde benzer formlar arasında yapılan kesme ile anlam yaratılır. Kan ile pilava sıkılan ketçap arka arkaya kesilir ve bir benzerlik sağlanmış olur. Filmdeki kullanımı dışında bir başka örnek daha vermek gerekirse; bir kamera objektifi ile bir insan gözünün arka arkaya bağlanması benzerlik kurgusuna hizmet eder.
Dizide bir başka iyi kurgu örneği ise; Aslan’ın Derin’i ailesinin sofrasına davet ettiği akşamda gerçekleşmektedir. Aslan’ın otoriter annesi Hülya Soykan, Aslan’ın eski sevgilisinin şantajlarından rahatsızlık duymuş ve ona sert bir ders vermeyi amaçlayarak genç kızın aracına adamlarınca kaza yaptırmıştır. Akşam yemeği ve kaza sahnesi eş zamanlıca kurgulanmış ve seyirciye Derin’in olası sonuna dair bir mesaj sunulmuştur.
Köyden iş bulma umuduyla kente gelen bir grup arkadaş, iş bulma arayışına girerken işçi kesiminin maruz kaldığı insanlık dışı davranışlara şahit olmaktadırlar. Patronların çok az ücretle çalıştırdığı işçiler kervanına ırgat pazarından dahil olurlar. Şehrin yapısına ayak uydurmaya çalışırlarken düşük ücretlere amelelik işleri yaparak geçimi sağlamaya çalışırlar. İş arayan Ahmet (Fikret Hakan) patronların hakaretlerine dayanamaz ve cinayet işler. Çözülemeyen bir sonla biten film sorunların çözülemediğine yaşanan bu olayların devam edebileceğine bir göndermedir.
Ezan sesiyle getto bir mahallede açılan film, trenin gelişiyle kente göç etmiş bir grup arkadaş şehrin karmaşası içinde kendini kaybetmiştir. Zaman kaybetmeden iş arayışına başlayan grup istediğini bulamaz. Ellerindeki son paralarla da karınlarını kuru ekmekle doyuran grubun köye dönmeye niyetleri yoktur. Çünkü İstanbul’un taşının toprağının altın olduğu düşüncesi onları için umut kaynağıdır. Bir yerde iş bulup düşük ücrete çalışmaya başlarlar ellerine bir miktar para geçmesi şehir yaşamına dair umutları yükseltmiştir. Patronların insan dahi yerine koymadan işçileri ezmesine karşı verecek cevapları yoktur çünkü çaresizlik ve iş ihtiyacı her şeyin önüne geçmektedir. Bu arkadaş grubu içinde gelen Ahmet (Fikret Hakan), bir süre getto bir mahalledeki tek göz evde iki kızı ve torunlarıyla yaşayan Güllü Bacı (Aliye Rona) adında yaşlı kadının yanında kalır. İki kızın birisinin kocası hapse düşmüş diğeri ise yurt dışına çalışmaya gitmiştir. Kızlardan birisi konfeksiyonda diğeri ise evlere temizliğe gitmektedir. Ahmet’in burada kaldığı sürede iki genç kadının Ahmet’e duyduğu ilgi farklı boyutlara ulaşmaktadır. Daha önce şehre göç ettiği anlaşılan bu ailede değerler yavaş yavaş kendini kaybetmektedir. Temizlikçi kadın, burası İstanbul kimsenin ne yaptığı kimseyi ilgilendirmiyor şeklinde bir cümle kurmaktadır. Evli bir kadın olmasına rağmen Ahmet’i elde etmiştir. Ahmet ise yaptığının hata olduğunu bilmektedir. Evdeki diğer kadına ilgi duymakta onunla ilgili hayaller kurmaktadır.
Patronlar işçilerin emeklerini sömürürken bir iş kazansında işçilerden birisi yaralanır. Patron ise ‘’Bunlara bir şey olmaz olan bizim paralara oldu’’ söylemi işçilerin canlarının hiçe sayıldığı kapital düzen içinde ezilen özellikle köyden göç eden kesim olduğu bu filmde gerçekçi bir anlatımla sunulmuştur. Arıca filmde patronların ağzından çokça duyulan bunlar sendikalı değil ücretlerini azalt söylemi, işçi haklarının gaspına yönelik önemli bir tespittir. Finalde iş arayan Ahmet karşılaştığı hakaretlere dayanamaz ve bir patronu öldürür. Karamsar ve açık uçlu sonlanan filmde işçilerin özellikle şehirde yaşadıkları sorunlara gerçekçi bir üslupla yaklaşılmıştır. Aynı zamanda bu gibi sorunların çokça yaşandığına ve yaşanmaya da devem edeceğine bir göndermedir.
Toplumsal gerçekçi filmlerde, her zaman bir konu çözüme kavuşarak sonlanmaz. Tıpkı gerçek hayattaki gibi, her zaman mutlu sonla biten bir gerçek yoktur. Toplumsal gerçekçi filmler, gerçeğin olabildiğince benzerini aktarmaya çalışmışlardır. Bu bağlamda filmler iyi birer gözlem ve analizden oluşmaktadır.
Maraşlı bir aile iş kurma ve zengin olma umuduyla, elinde ne var ne yok satarak İstanbul’a gelir. Amaçları bir tamirhane açıp sıkı çalışmak ve kendi tabirleriyle İstanbul’a şah olmayı hedeflemektedirler. İstanbul’a ilk ayak bastıklarında büyük bir tamirhane açmak için ödedikleri kaporanın dolandırıcılara gittiğini anlamaktadırlar. Hedeflerini ilk etapta biraz küçültüp daha küçük bir tamirhane açarlar ve şehre adapte olmaya başlarlar. İstanbul’un, dolayısıyla büyük kenttin insan değerlerini ve kültürlerini değersizleştirme süreci aileyi zamanla yabancılaştıracaktır. Filmde oluşturulan karakterlere bakıldığında aile üyelerinin temel amaçları zengin olmaktadır. Baba, inançlı bir adamdır, çocuklarına evden besleme ve sağ ayakla kapıdan çıkmaları konusunda da öğütlemektedir. Büyük kardeşler yanlış kadın ilişkilerinde bulunup yanlış kararlar almaktadır. Küçük erkek kardeş ise akılcı düşünmeye devam edip eğitimine odaklanmaktadır. En küçük kız kardeş ise yanlış sosyalleşme ortamlarında kandırılmayla karşı karşıya kalmıştır. Şehrin, insan ve karakter değişimindeki etkisi bütün aileyi etkisi altına aldığı görülmektedir. İstanbul’a Şah olma hayalleri onları başladığı yerlerden daha kötü bir duruma düşürmüştür.
Filmde doğudan göç eden aile; anne, baba, üç erkek kardeş ve bir kız kardeşten oluşmaktadır. Kardeşlerden en küçük erkek kardeş (Kemal) üniversiteye başlayacaktır. Diğer iki erkek kardeş (Murat ve Selim) ise yaşa daha büyüktür ve açmayı planladıkları araç tamirhanesinde baba ile birlikte çalışacaklardır. Kız kardeş (Fatma) ise anne ile ev işlerini yapmaktadır. Anlatıcı sesle karakterleri tanıtılmaktadır.
Haydarpaşa garında başlayan filmde, baba trenden inen ailesinin tek tek ismini sayar. Burası İstanbul ayrılırsanız birbirinizden bir daha bulamazsınız şeklinde bir cümle kurmaktadır. Baba, İstanbul’un geldikleri yer gibi olmadığını belirtmiş ve korumacı çemberini açmıştır. Hızlıca geçen araçlar, vapurlar, deniz Maraşlı aileyi etkilemiştir. Trene, vapura basit şark kurnazlığıyla binen haybeci adam da İstanbul’un şahı olacağını, buranın taşı toprağı altın söylemini belirtmektedir. İstanbul’un eski ve yoksul semtlerinden bir evi daha önceden kiralamışlardır. Eve yerleşirlerken büyük erkek kardeşlerin gözü karşıda uzakta görülen güzel evlerdir. Aslında hayatın o evlerde yaşamak olduğuna vurgu yapan konuşmalar yapmaktadırlar. Ayrıca ev sahibi kadının, evi kiralarken sürekli vurgu yaptığı nokta eski kiracılarının kiralarını düzenli ödedikleridir. Henüz ilk sahnelerde, şehir hayatının para üzerine kurulu olduğunun mesajı verilmektedir. Yemek esnasında baba, İstanbul’da çok para kazandıktan sonraki hayallerinden bahsetmektedir. Köyüne dönüp elde ettikleriyle hava atmayı düşlemektedir. Bütün aileyi para kazanma, zengin olma duygusunun iyice kapladığı görülmektedir. Aile’nin göç etme sebepleri arasında Maraş’ta yolunda gitmeyen işler ve sonrasında babadan kalanlarla şehirde iş kurma düşüncesi yatmaktadır. Bir başka sebep ise liseyi bitiren ama üniversiteye başlayacak olan erkek kardeşin eğitimidir. Ertesi gün daha önce kiralamak için yatırdıkları kaporanın aslı olmadığını dolayısıyla dolandırıldıklarını anlarlar ve işe daha küçük bir tamirhane açarak başlarlar. Ataerkil bir aile yapısının hâkimiyetiyle genç kızlarının manava gitmesini tehlikeli olduğunu düşünmektedirler. Abiler, burasının Maraş olmadığına ve genç bir kızın yalnız alışveriş yapmasının yanlış olduğuna dikkat çekmektedirler.
Filmin posterinde şöyle yazmaktadır;’’ Taşralı üç gençtiler, saftılar, temizdiler fakat alev dudaklı kadınlar vardı şehirde.’’ Film ilerledikçe karakterlerin değişimleri de başlar. Kız kardeş, karşı komşuları olan bir kadınla arkadaşlık kurar. Kadın, genç kızın çok güzel olduğunu belirtir ve ona makyaj yaparak sinemaya davet eder. Genç kız annesini kandırarak bu teklifi kabul etmiştir. Evin erkeklerinin çalıştıkları tamirhanenin karşısında başka bir tamirhane vardır. Sahibi olan Rum ustanın güzel karısı ikinci erkek kardeş rolünü oynayan Selim’in (Cüneyt Arkın) aklını çeler ve onunla gizli bir ilişki yaşamaya başlar. Posterde yazdığı gibi ateş dudaklı kadın, göç eden genç erkeğin aklını çelmiştir. Selim, sık sık işi bırakıp kadını ziyaret etmeye gitmektedir. Büyük kardeş Murat (Tanju Gürsu) ise taksi şoförlüğü yapmaya başlamıştır. Zamanla ailenin işleri bozulur, kız kardeş Seval kötü yola düşer. Aile bir taraftan kız kardeşlerini ararken bir taraftan da geçinmek için çeşitli yollar denerler ama başarılı olamazlar. Neticede, kız kardeş Fatma, binanın tepesinden aşağı atlayıp hayatına son verir. Aile bütün her şeyini bırakıp geldikleri yere dönmeye karar verir. Büyük umutlarla Haydarpaşa garında başlayan film başarısızlıkla sonuçlanarak yine Haydarpaşa garında son bulur. Aile ile birlikte İstanbul’a gelen haybeci adam ise köşeyi dönmüştür. Son sahnede Maraş’tan gelen aile trene binip geri dönerken onlar gibi bir aile aynı şekilde şehre gelmiştir. Yeni göç etmiş aile de İstanbul’un şahı olacağız şahı diyerek göç sebeplerini belirtirler.
Köyden kentte göç konulu öncü filmlerden olan Gurbet Kuşları’nda, göç etme sebepleri arasında ağır basan olgu, zengin olma, iş kurma ve geldikleri yerde bozulan işleri gösterilmektedir. Başarısız olmalarının sebepleri arasında aile bireylerinin tamamının büyük şehre ayak uydurmamasıdır. Okumak dışında çalışmak için gelen kardeşler çalışmanın dışında aklını çelen noktalara evirilmişlerdir. Yanlış kadınlara duydukları ilgi onları olumsuz noktada etkilemiştir. Kız kardeş Fatma ise köyden getirdiği birtakım saf duyguların şehirde de geçerli olacağını düşünmüş ve kurduğu yanlış arkadaşlıklar onu intihara sürüklemiştir. Köydeki değerlerin şehir hayatında önemini yitirdiği görülmektedir. İstanbul’un acımasız düzeni bir aileyi de ciddi biçimde etkilemiştir. Para kazanma zengin olma umuduyla geldikleri İstanbul’da hem kızlarını kaybetmişler hem de ellerinde ne var ne yoksa onları da yitirmişlerdir.
Film, gece vakti oto lastikçisi olduğu anlaşılan bir mekânda üç kişinin bir masa etrafında oturduğu bir uzun planla başlamaktadır. Masadaki detaylardan kişilerin alkol aldıkları anlaşılmaktadır. Bu sahne filmin jenerik öncesi sahnesidir. Ardından bozkırda karanlıkta uzanan arabalar belirmektedir. Araçların bir çeşme altına durduğu görülür. Oto lastikçide görünen üç adamdan ikisinin ellerinin kelepçeli olduğu, Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan) karakteri ise Jandarma ve Savcı (Taner Birsel) ile kayıp olduğu anlaşılan bir cesedin araştırması içindedirler.
İlk çeşme sahnesinde zanlı Kenan karakteri (Fırat Tanış) cesedi gömdükleri yeri hatırlayamadığını belirtmektedir. Başka bir çeşmenin arkasında olma ihtimali olabileceğini ve alkolün etkisiyle tam hatırlayamadığını söylemekle yetinen Kenan, gece karanlığında cinayeti aydınlatmaya çalışan ekibi başta bu işin hemen çözüleceğini taahhüt eden Komiser Naci olmak üzere Savcıyı da oldukça sinirlendirmiştir.
Filimin çatışan karakterleri arasında yer alan Savcı Nusret ve Komiser Naci iki farklı araçta ceset arama çalışmalarını yürütmektedir. İşlerin uzaması sonrası Savcı’nın, Komiser Naci’ye hesap sorması Komiser Naci’yi rahatsız etmiştir. Bu tavır karşısında rahatsızlığını yolculuk sırasında içinde bulunduğu aracın şoförü Arap Ali (Ahmet Mümtaz Taylan) ile paylaştığı görülmektedir. Araçta, Doktor, Zanlı Kenan ve diğer polis İzzet de bulunmaktadır. Haklılığını kimsenin ona karşı gelemeyeceği bir ortamda arayan Komiser Naci, eşi arayana dek bu hak arayışına devam eder. Telefonda Komiser Naci’ye nerede olduğu konusunda hesap sorduğu çevredekiler tarafından da duyulmaktadır. Karakterin bu sahnede özel hayattaki konumu ile iş arasında ki konumu arasında farklı yerlerde olduğu görülmektedir.
Daha sonraki bir çeşme sahnesinde Komiser Naci, ceset arama çalışmasında kazma işleriyle uğraşan iki kişiyi neden ikinizde de kürek var gibi sebeple azarladığı görülür. Kendinden üst hiyerarşiden olan birinin iş sebebiyle onu azarlaması onun da yine başka bir sebepten kendinden alt hiyerarşiden birilerini azarladığı görülmektedir.
Film, kişisel sorunlar, mesleki çekişmeler ve bir türlü bulunmayan ceset etrafında devam etmektedir. Gece karanlığında bir köydeki muhtarın evine uğrarlar. Hem karınlarını doyurmak hem de yorucu devem eden gece biraz dinlenmek isterler. Muhtarın Savcı’dan birtakım beklentileri, istekleri vardır. Herkesin bir üstünden bir beklentisinin olduğu bir ortamın örnekleri gösterilmektedir.
Sabah olduğunda ceset bir başka çeşmenin arkasında bulunur ve otopsi yapılmak üzere ilçeye götürülür. Yorucu bir gecenin ardından işlerin çözülmesi cesedi arayanları memnun etse de kendilerinde birtakım sorgulamaları, yaptıkları bu uzun yolculuk aynı zamanda kendilerini aradıkları bir yolculuğa dönüşmektedir.
Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki karakterlerin sınıf farklılıkları olduğu görülmektedir. hiyerarşik bir düzende herkesin birbirinden memnun olmadığı, adeta küçük iş ilişkilerin küçük insanları olarak görülse de gece karanlığında hissedilen bir ayrımın olduğu göze çarpmaktadır. İşlerin yolunda gitmediği zamanlarda bu düzenin en başındaki kişi olan Savcı Nusret, bir altındaki ve işten sorumlu olan Komiser Naci’ye hesap sormaktadır. Komiser Naci de önce zanlı Kenan’ı hırpalar ve sonra kazıcılara işlerini düzgün yapması gerektiğini söyler. Küçük bir kasaba da geçen hikâye de sınıf düzeninde herkesin birbirini ezebildiği, yetkisini rahatlıkla kullanabildiği görülmektedir. Özellikle Savcı ile Komiser arasındaki çatışma gece karanlığından iş çözülene dek devam etmektedir.
Kameranın gece boyunca karakterleri ceset bulma konusunda takip ettiği görülmektedir. İç ritmi gayet akıcı olan filmde, uzun diyaloglar bazen ise şiirsel görüntüler yerini almaktadır. Nuri Bilge Ceylan sinemasındaki gerçekliğin bu filmde de çokça görüldüğü aşikardır. Karakterler inandırıcı ve çoğu yerde örnekleri olabilecek türde oldukları söylenebilir. İnsan ilişkilerinin başarılı bir anlatımın yanı sıra karakterlerin kişisel sorunlarına da şahitlik edilmektedir. Cinayeti aydınlatmak bir yana her karakterin bir kişisel sorunu olduğu görülür. Doktor, o kalabalığın içinde yalnız ve içe dönük biridir. Fazla konuşmaz ama kasabadaki insan ilişkilerinden rahatsız olduğunu belli etmektedir. Savcı, eski karısının ölümü ile ilgili birtakım sorunları, Komiser Naci’nin oğlunu rahatsızlığının evinde verdiği huzursuzluk gibi karakterlerin yüzleştiği sorunlarda film boyunca devem eder ve bir çözüme ulaşmaz.
Ceylan sinemasındaki açık uçlu son bu filmde de görülür. Final sahnesindeki otopsi anında ölen adamın canlı olarak gömülebilme ihtimali olduğu ortaya çıkar. Doktor, bunu önemi olamadığı belirtir ve tutanakta bu detaylara yer vermez. Aslında cinayet başka bir yöne doğru gidebilecekken bunun net olarak çözülmediği anlaşılır.
Küçük bir kasabanın insan ilişkileri, bu bağlamda insan ilişkilerinin çıkar ilişkisine dayandığı bir düzenin yansımasını Bir Zamanlar Anadolu’da filminde görülmektedir.
Yönetmenlerin bir sosyolog gibi gözlemci davranışları olmalıdır. Çünkü gerçeğe ulaşmanın en iyi yolu onu izlemek ve bu edinilen verileri filmlere uygulamaktır. Ceylan’ın filmlerinde, gerçeküstü bir anlatıma rastlamak güçtür. Bazı filmlerinde rüya sahnelerinin varlığı mevcuttur. Örnek olarak; Üç Maymun filmindeki rüya sahneleri gerçeklikle iç içe kurgulanmıştır.
Filmsel zaman kavramı; sinemasında gerçek zaman eş değeri gibi görülebilmektedir. Filmin, karakterlerin gerçekçiliğinin inandırıcı olması, gerçekçi film çeken yönetmeneler için önemlidir. Sahnedeki mizansende oyucunun davranışları da gerçekçiliğe etki etmektedir. ‘Doğru gerçekçilik dünyanın somut bir şekilde ifade edilmesi, sahte gerçekçilik ise sadece göz aldanmasıdır’’ (Bazin, 2011:16-18). Nuri Bilge Ceylan sineması somut dünyanın gerçekleri üzerine kurulu olup gerçek insan ruhunun davranışlarını tasvir eder.
Gerekçi filmler; çekildiği dönemlerin sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlarını hikayeleştirip seyirci ile buluşturmaktadırlar. Ayrıca bireysel sorunlarda gerçekçi anlayışla işlenebilmektedir. Ceylan filmografisinde genel olarak toplumsal veya sosyal sorunlar üzerine bir bakış bulmak mümkün değildir. 2018 yapımı Ahlat Ağacı’nda filminde; atanamayan öğretmenlerin zaman içinde karşılaştıkları sorunlara odaklanmaktadır. Bu filmi, toplumsal ve bireysel sorun ayrımının dışında tutarsak diğer bütün filmleri daha bireysel konulardaki sorunlara ağrılık verilmektedir. (2023 yılında vizyona girecek Kuru Otlar Üstüne bu değerlendirmede yer almamaktadır) Ceylan, bireysel sorunları karakterlerin gündelik yaşamının sıradanlığında anlatmayı tercih etmektedir. Bu bağlamda da tercih edilen karakterlerde mutsuzluk ve içsel bir yalnızlık görmek mümkündür.
‘’Gerçekçilik, betimlenen ve betim arasındaki aynılığa dikkat çeker. Mimesis felsefesinin de bir ölçüde (bütün açılımları ile değil) içinde yer alabileceği bu düşünce özelikle 19. yüzyıldaki pozitivist gelişmelere ve bilimsel yöntemin yaygınlaşmasına koşut olarak, sanatçıyı sıkı bir gözlemci ve sanatı da toplumun gerçek bir aynası olarak gören yeni bir tutuma evirilmiştir’’ (Daldal, 2005:33).
Ceylan sinema filmleri ve genel olarak gerçekçi filmler öncelikle seyirciyi eğlendirme amacını taşımazlar. Sanatsal anlatım, mesaj kaygısı veya seyircide bir sorgulama dürtüsü yaratmak gerçekçi sinema filmler için önemlidir.
Gerçekçi filmlerde gerçek mekân tercihi ve amatör oyuncuların kullanımı da yaygındır. Set esnasında sesli çekim bir diğer önemli unsur olarak öne çıkmaktadır. Ceylan ilk dönem filmlerinde (Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı) kendi çevresinden seçtiği kişileri oyuncu olarak kullanmıştır. Bu filmlerde rol verdiği; Annesi, babası, kuzeni oyunculuk tecrübesi olmamasına rağmen başarılı sonuçlar vermişlerdir. Sesli çekimin önemine vurgu yapan yönetmen, Kasaba filmini dublaj yapılacak şekilde çekmek zorunda olmasından dolayı sonradan rahatsızlık duymuştur. Sonraki filmlerinde ise sesli çekimi tercih etmiştir. Doğallığa ve gerçekçiliğe katkısından dolayı sesli çekim yapmak gerçekçi filmler için önemlidir. Belgesel ile de benzeyen noktaları olan bu filmlerde, doğaçlama unsurlarına da sıklıkla başvurulmaktadır. Gerçekçi sinema anlayışında müzik kullanımına mesafeli bakılmaktadır. Çünkü müziğin duygunun arttırılmasına katkı sağlayabileceği gibi gerçekçiliği de azaltabilmektedir. Bu yüzden Ceylan da, müzik kullanımına mesafeli duran yönetmenler arasında yer almaktadır. Genelge filmin bazı noktalarında yalnızca klasik müzik kullanmayı tercih eden Ceylan, aynı müziği filmin farklı sahnelerinde de kullandığı görülmektedir. Kamera hareket tercihi ise durağan olmaktadır. Hızlı kamera hareketlerinin olmadığı gibi kamera çoğu zaman sabit kalabilmektedir. Kameranın hareket etmediği noktalarda ise çerçeve içindeki oyuncular hareketleriyle ritmi gerçekleştirmektedirler.
Kaynakça:
Bazin, A. (2011). Sinema nedir? (Çev. İbrahim Şener), İstanbul: Doruk Yayınları.
Daldal, Aslı, “1960 Darbesi ve Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik”, Homer Kitapevi, 1.Basım, İstanbul, 2005.
Nuri Bilge Ceylan, 2018 yılında vizyona giren Ahlat Ağacı’ndan 5 yıl sonra yeni eseri Kuru Otlar Üstüne ile seyirci karşısına çıkmaya hazırlanırken filmden ilk görsel de geldi.
Türk sinemasının en önemli yönetmenlerinden birisi olarak kabul edilen Nuri Bilge Ceylan, 2014’te Cannes Film Festivali’nde Kış Uykusu filmiyle Altın Palmiye ödüllü kazanma başarısı göstermişti.
Türkiye ve Fransa ortak yapımı Kuru Otlar Üstüne’nin Dünya prömiyerinin ise bu yıl Mayıs ayında 76’ncısı gerçekleştirilecek olan Cannes Film Festivali’nde olacağı kesinleşti. Ceylan, yine uzun süreli sayılabilcek bir filme imza atıyor. Çeşitli kaynaklardaki bilgilere göre filmin 222 dakika olacağına yer verilmiş. İklimler, Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu’da, Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı’nda beraber çalıştığı yapımcı Zeynep Atakan ve Görüntü Yönetmeni Gökhan Tirkaki ile bu filmde işbirliği kurmamış. Kuru Otlar Üstüne’nin yapımcılardan birisinin Arte France Cinema olduğu görüntü yönetmenliğini ise Cevahir Şahin ile Kürşat Üresin’in yaptığı bildiriliyor.
Filmin konusu ise şöyle; İstanbul’a atanmayı umarken Anadolu’nun ücra bir köyünde zorunlu hizmetinin dördüncü yılını bitiren genç öğretmen Samet’e odaklanıyor. Meslektaşı Kenan’la birlikte iki kız öğrenci tarafından taciz edilmekle suçlanan Samet, içine düştüğü çetin hayattan kurtulmaya çalışıyor.
Filmin konusundan da anlaşılacağı üzere Ceylan’ın birçok filminde olduğu gibi yine bir taşra hikayesi izleyeceğiz. Yine Ağlat Ağacı’nda olduğu gibi filmin başrolünde öğretmen karekterlerinin yer alacağı dikkat çekiyor.
Filmin senaryosunu tıpkı Ahlat Ağacı’nda olduğu gibi Ebru Ceylan, Akın Aksu ile birlikte kaleme alıyor. Oyuncu kadrosu ise Merve Dizdar, Deniz Celiloğlu ve Musab Ekici gibi isimlerden oluşuyor.
2015’te Birdman ve 2016’da The Revenant filmleriyle üst üste iki kez En İyi Yönetmen Oscar Ödülünü kazanan Alejandro G. Iñárritu, bu kez 2022 yılında dijital platform Netflix’te yayınlanan Bardo, Bir Avuç Doğrunun Yalan Yanlış Güncesi filmiyle sinemaseverlerin karşısına çıktı. Yönetmen filmi Meksika’da çeker tıpkı ilk filmi olan Paramparça Aşklar Ve Köperler’deki gibi…
Alejandro G. Iñárritu, birçok Meksikalı büyük yönetmen de olduğu gibi Amerika’da film üretimi yapıyordu. Filmde de çokça karşımıza çıktığı üzere ülkesine ve kimliğine olan yabancılaşmasını kendisini ait hissettiği yere karşı olan karmaşık duyguların tasvirini gerçek – rüya, film -film seti geçişleri arasında doğrusal olmayan bir düzlemde anlatır. Bardo, oldukça kişisel bir film. Yönetmenin bir nevi öze dönüşü veya kendisinde gizli saklı kalmış duygularının dışa yansıması şeklinde değerlendirilebilir. Tabii ki eklemeden geçilemeyecek bir konuda filmin büyüleyici sinematografisi, hayranlık uyandırıyor. Iñárritu filmlerinde sıklıkla görmeye alışkın olduğumuz plan sekanslar bu filmde de sıklıkla karşımıza çıkıyor. Önceki birçok filminde vatandaşı olan görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ile güçlü ve etkileyici iş birliği vardı. Ancak bu filmde bir başka usta görüntü yönetmeni Darius Khondji ile çalışmış. Oldukça da başarılı bir işbirliği olduğu aşikâr.
Filmin hikâyesi ise şöyledir; Silverio Gama, eşi Lucía ve ergenlik çağındaki oğlu Lorenzo ile birlikte Los Angeles’ta yaşayan Meksikalı bir gazeteciden belgesel film yapımcısına dönüşmüştür. Yaşı ilerledikçe çalışmaları giderek daha kişisel ve öznel hale gelir. Son filmi False Chronicle of a Handful of Truths, otobiyografik öğeler içeren bir belgesel kurgu çalışması. Silverio ve Lucía birlikte mutludurlar, ancak ilk oğulları Mateo’nun doğumundan bir gün sonra ölümü peşlerini bırakmaz. Silverio günlük hayatının büyük bir bölümünü gerçeküstü bir şekilde yaşar; rüyalar, anılar ve fanteziler faaliyetlerinin yanında yer alır.
Silverio, prestijli bir Amerikan gazetecilik ödülünü alan ilk Latin Amerikalı olacağını öğrenir. Ödülü sadece ABD ile Meksika arasındaki gerilimi (ABD-Meksika göçüne ilişkin olumsuz algılar ve Amazon’un Meksika’nın Baja California eyaletini satın alma girişimleri nedeniyle alevlenen) hafifletmek için aldığını düşünür, ancak yine de kendi ülkesindeki medya incelemesi dalgasıyla başa çıkmaya çalışır. Popüler bir talk show programındaki röportajını son anda iptal ediyor, bir koca ve baba olarak geçirdiği zamanları anımsıyor ve Meksika devletinde gördüğü sorunlara saldırmak ile halkını klişelerden korumak arasında bir denge kurmaya çalışıyor. Gizliden gizliye, diğer pek çok Meksikalı gidemezken ABD’ye göç ettiği için suçluluk duymaktadır.
Silverio ve ailesi onun onuruna düzenlenen bir partiye katılır. Kayıtsız kaldığı kardeşleri ve geniş ailesiyle ve ilgi gösterdiği yetişkin kızı Camila ile yeniden bir araya gelir. Talk show sunucusu Silverio’nun çalışmalarını sert bir şekilde eleştirdiğinde, film yapımcısı sunucuya kişisel olarak hakaret ederek karşılık verir. Silverio sonunda tuvalete kaçar ve burada ölen babası ve annesiyle barışmayı hayal eder. Annesinin dairesinden çıktığında, Meksika’daki tarihi zulümlerin sembolik temsillerini görür: organize suçlar tarafından kaçırılan veya öldürülenleri simgeleyen yüzlerce insan bir ticaret bölgesine yığılmıştır ve Hernán Cortés, Zócalo’da bir ceset yığınının üzerinde oturmuş, Silverio’ya yerli soykırımı hakkında ders vermektedir.
Los Angeles’a dönmeden önce Silverio ve ailesi, Amazon’un eyaleti satın almasıyla birlikte Baja California’da tatil yapar. Camila, Silverio’ya Boston’daki işini bırakıp Meksika’ya geri döneceğini söyler, Silverio da bunu geçici olarak kabul eder. Aile, ABD’ye gitmeden önce Mateo’nun küllerini okyanusa serpmeye karar verir ve burada Hispanik-Amerikalı bir gümrük memuru tarafından hor görülürler. Lorenzo ona evcil aksolotllarının öldüğü zamanı hatırlatınca, Silverio sürpriz bir hediye olarak birkaç tane satın alır. Evcil hayvan dükkanından L.A. metrosuna giderken (daha önceki bir sahnenin tekrarında), Silverio şiddetli bir felç geçirir ve birkaç saat boyunca trende gözetimsiz kalır. Komaya girer ve filmde o ana kadar yaşanan olayların, komadaki beyninin yaşam deneyimini işleme girişimleri olduğu ortaya çıkar. Camila, Silverio’nun yokluğunda ödülü kabul eder ve o ve diğer aile üyeleri ve arkadaşları başucunda oturur, sohbetler eder ve yanlışlıkla rüyalarını etkileyen şarkıları veya televizyon yayınlarını çalarlar. Silverio, zihnindeki neredeyse özelliksiz bir çölde, ölmüş aile üyeleriyle yeniden bir araya gelir ve yaşayan ailesinin projeksiyonlarını görmezden gelir. Kendisinin bir kopyasını görür ve bu kopya, uzaklaşmadan önce kısa bir süre için onun hareketlerini yansıtır. Film başladığı gibi, Silverio’nun kendini çölde uçarken hayal etmesiyle sona erer.
Filmin konusunu biraz daha detaylandıracak olursak; Silverio Gama, filmde gerçeküstü bir karakterdir. Kimi zaman uçar kimi zaman duymak istemediği bir konuda başa bir karakterin sesini kısar. Aslında bu durum da seyircinin özdeşleşme kurmasını engelleyen bir tercihtir. Bu yabancılaştırma unsurlarını filmin birçok yerinde görmemiz mümkündür.
Filmin isminin kökeni ise şöyle; Bardo kelime anlamı olarak Budist okullarında ölüm ile yeniden doğuş arasındaki bir yer veya geçiş hali şeklinde kullanılan bir kavramdır. Silverio’nun filmin sonlarında metroda inme geçirmesi film içindeki birçok gerçeküstü sahnenin aslında hayal olduğunu gösterebilmektedir. Silverio, öldü mü, yeniden mi uyandı, yoksa yüküyle yaşamayı mı öğrendi belli değildir. Bardo aynı zamanda yönetmenin kendini daha özelde kalmışlarını anlattığı bir film olarak karşımıza çıkar. Nitekim Iñárritu da bunu reddetmez. Yıllar önce iki günlükken kaybettiği bebeğini filmde farklı bir biçimde dünyaya gelmek istemeyen ve doğduktan sonra annesinin rahmine geri itilen bir sahneyle hatırlatır. Nitekim yönetmen yaptığı açıklamada ‘’kaybettiğim oğlumu tasvir etmek özgürleştiriciydi’’ diyor ve ekliyor; “Eğer film çekecekseniz, bunun size özgü olmasını sağlayın. Gerisi işçilik. Bir evladın kaybı gibi acı verici deneyimlerin, benzer şeyleri yaşamayanlar tarafından anlaşılması çok zor. Eğer herhangi bir sebebi bulunamayan ya da söylenecek sözün kalmadığı bu deneyimlerle yüzleşmediyseniz, bunları karşı tarafa nasıl anlatacaksınız?”
Sonuç olarak; Iñárritu’nun bu filmi oldukça kişisel ve klasik anlatı yapısından uzak bir noktada durduğu söylenebilir. Auteur bir yönetmen olarak filmin senaryosunda kurgusunda, yapımcılığında ve müziğinde katkısı vardır.
Film bittiğinde birçok izleyicinin ben ne izledim düşüncesine kapıldığı söyleyebilirim. Çünkü oldukça katmanlı ve birkaç kez izlenilmesi gereken bir film. Film birçok detayda farklı değerlendirmelere doğru yol alabilir. Detaylarda var olan Bardo, gerçekçiliği ve hayali doğrusal olmayan bir biçimde anlatıyor.
Meksikalı usta Alejandro G. Iñárritu’nun kendisi ile özelde kalmışlarıyla bu filmde yüzleştiği dikkat çekmektedir. Bu durumun oldukça cesaretli bir iş olduğunu da eklemeden geçmeyelim. Bana göre yılın en etkileyici filmlerinden olan Bardo, Bir Avuç Doğrunun Yalan Yanlış Güncesi ilerleyen dönemde kült olarak kabul edileceğine inanıyorum.